Sayfalar

18 Ekim 2025 Cumartesi

Rumeli kültürü

 Rumeli kültürü


dediğimiz şey, coğrafyadan daha büyük, tarihten daha derin, folklordan daha canlı bir ruhtur. Rumeli sadece bir bölge değildir. Rumeli, Türk’ün Avrupa’daki nefesidir. Bu nefes kimi zaman İstanbul terbiyesi kadar zarif, kimi zaman Balkan dağları kadar sert, kimi zaman göç yolları kadar hüzünlü, kimi zaman düğün meydanları kadar neşelidir. Rumeli kültürü bu dört halin aynı bedende birleşmiş halidir.


Rumeli Türkü hem savaş görmüş hem medeniyet kurmuştur. Hem kaybetmiş hem direnmiştir. Hem başkentte yaşamış hem sürgün yemiştir. Bu yüzden Rumelili insanın karakteri tek boyutlu değil, katmanlıdır. Görgülü ama kibirli değildir. Neşeli ama laubali değildir. Hüzünlü ama karamsar değildir. Sert ama kaba değildir. Cesur ama gözü dönmüş değildir. Bu denge, başka hiçbir coğrafyada bu kadar ustalıkla tutturulamamıştır.


Anadolu Türkü toprağın insanıdır. Rumeli Türkü ise tarih ve hafızanın insanıdır. Anadolu’da töre kökse, Rumeli’de hatıra köktür. Bu yüzden Rumeli insanı geçmişini asla unutmaz. Nereden geldiğini bilir. “Biz Üsküplüyüz, biz Manastırlıyız, biz Selanikliyiz” demek onun için sadece yer belirtmek değildir; kimlik, onur, aidiyettir. Kaybedilen toprakların acısı hâlâ kuşaktan kuşağa aktarılır. Dedelerin mezarı orada kaldıysa, Rumelili çocuk bile o acının ağırlığını hisseder.


Rumeli’de aile hayatı Anadolu’ya göre daha açıktır. Evler küçüktür ama kalpler geniştir. Büyük saygı görür ama küçük susturulmaz. Sofrada herkes konuşabilir. Kadın evin içinde hapsedilmez; toplumsal hayatta yer alır. Rumeli’de kadın-erkek yan yana oturur, birlikte sohbet eder, birlikte karar alır. Rumeli kadını güçlüdür, zekidir, lafını bilir, sözünü esirgemez. Erkeği de bu gücü kabul eder. Rumeli erkeği “delikanlı”dır ama dayatma yapmaz. Erkeklik göstererek adamlık kazanılmaz; zarafetle, vefa ile, adaletle kazanılır. Bu yüzden Rumeli efendiliği diye bir kavram vardır. “Efendi adam” olmak, sadece kibar olmak değil; adil, vicdanlı, tutarlı, sözünün eri olmak demektir.


Komşuluk Rumeli’de kan bağı kadar kuvvetlidir. Kapılar kilitlenmezdi. Kimse randevuyla misafirliğe gitmezdi. Akşamları avluda, balkonda, kapı önünde herkes toplanır, çay demlenir, muhabbet edilir. Mahalle sadece oturulan yer değil, sosyal ailedir. Bir evde düğün varsa bütün mahalle yardım eder. Bir evde cenaze varsa herkes yas tutar. Kimse kimseyi yalnız bırakmaz. “Biz” duygusu Rumeli’nin en büyük hazinesidir.


Rumeli Türkçesi berraktır. İstanbul Türkçesine en yakın konuşma Rumeli’den çıkar. Çünkü Osmanlı’nın eğitimli, şehirli, okumuş kitlesi büyük oranda Rumeli’dendir. Kadı, paşa, subay, öğretmen, hattat, şair… Birçoğu Rumeli kökenlidir. Bu yüzden dil temizdir, telaffuz düzgündür. Ağız vardır ama kabalık yoktur. Rumelili biri küfretse bile kulağa zarif gelir çünkü ifade tarzı bile estetik taşır. “Yavaş ol hele…” dediğinde tehdit etmez ama duruş koyar. Kelimeler bazen Balkan dillerinden etkilenir, “komşina, sepetko, peçenek” der, ama cümlenin ruhu tamamen Türktür.


Rumeli’de yemek sadece karın doyurmak değildir. Sofra bir kimliktir. Rumeli mutfağı sade ama derin lezzetlidir. Gösterişsizdir ama zevklidir. En bilinen yemekler: Boşnak böreği (burek), su böreği, kol böreği, çiğ börek (Tatar etkisiyle), Arnavut ciğeri, papara (bayat ekmeği tirit yaparlar), kaçamak (mısır unuyla yapılan ama kuymak gibi değil), kelle paça (baharatı hafif, limonlu), yoğurt mutlaka sofradadır. Tatlılarda kaymaçina, trileçe (yeni bir tatlı olsa da mantık Rumeli), revani, şerbetli ama hafif tatlılar. Rumeli sofrasında aşırılık yoktur. Her şeyin kararı vardır. Ekmek, yoğurt, turşu, börek… Basit ama rafinedir. Çünkü Rumeli kültürü içten gelen zarafettir, dıştan değil.


Rumeli giyim kuşamında da zarafet vardır. Osmanlı’nın şehir modası halka kadar iner. Kadınlar entari giyer, başörtüsü bağlar ama yüzünü örtmez. Erkekler setre pantolon, yelek, fes ya da şapka takar. Köylüsü bile şıktır. Temizlik, düzen, özen Rumeli kültürünün temel alışkanlığıdır. “Üstün başın düzgün olsun” lafı boşuna değildir.


Düğünler Rumeli’nin en görkemli adetidir. Düğün sadece iki kişinin evlenmesi değil, bütün mahallenin bayramıdır. Kadın-erkek birlikte oynar. Oyunlar hızlıdır, hareketlidir. Klarnet başroldedir. Keman eşlik eder. Tambura, darbuka, def, bazen davul-zurna. Hora oynanır, oro oynanır, çiftetelli coşturur. Ama düğünün ortasında bir anda hüzünlü türkü çalınır. Çünkü Rumeli neşeyi de hüznü de aynı anda yaşar. Anadolu’da zeybek ağır ağır yürür, Rumeli’de hora coşarak akar. Biri Anadolu’nun vakur duruşuysa, biri Rumeli’nin içindeki fırtınadır.


Sünnet, nişan, asker uğurlama… Her biri hem ritüel hem şölendir. Sünnette çocuk korkmasın diye şakalaşılır. Nişanda kahve tuzlu yapılır ama küçük düşürmek için değil, tatlı bir oyun için. Asker uğurlamada ağlayan da olur, oynayan da. Çünkü Rumeli insanı duyguyu saklamaz. Ağlamak ayıp değildir. Gülmek de günah değildir. İnsan olmak doğal olandır. Rumeli doğallığı sever ama disiplini de elden bırakmaz.


Cenaze adetlerinde saygı esastır. Sessizlik vardır. Ağlamak vardır ama feryat figan yoktur. Ölüm Allah’tandır, teslimiyet vardır. Cenaze sonrası yemek verilir, mevlit okunur. Cenazeye gelen aç bırakılmaz. Bu Anadolu’da da vardır ama Rumeli’de daha düzenli, daha sistemlidir. Çünkü tertip ve denge Rumeli’de hayatın her alanına sızmıştır.


Müzik Rumeli’nin dilidir. Rumeli türküleri sadece melodi değildir; hatıra defteridir. “Manastır’ın ortasında var bir havuz” dediğinde sadece bir yer anlatmaz, bir kaybı anlatır. “Drama köprüsü bre Hasan” dediğinde sadece köprüyü değil, ıstırabı söyler. Rumeli türküleri hep ikilidir: Neşeli çalar, hüzünlü söyler. Bu Rumeli insanının ruhudur. Müzik bazen halk müziğine benzer, bazen sanat müziğine yaklaşır. Çünkü Rumeli, saray kültürü ile halk kültürünü birlikte taşımıştır. Anadolu’da uzun hava tek kişi söylerken, Rumeli’de koro halinde söylemek doğaldır. Çünkü Rumeli acıyı da sevinci de tek başına yaşamaz.


Din ve inanç Rumeli’de köklüdür ama fanatik değildir. Rumeli insanı Allah’a bağlıdır, camiye gider, oruç tutar, bayram yapar. Ama dini baskı için kullanmaz. Tasavvuf geleneği güçlüdür. Bektaşilik, Halvetilik, Mevlevilik etkisi büyüktür. Rumeli’de tekkeler vardı. Hem Sünni hem Alevi-Bektaşi Türkler yüzyıllarca birlikte yaşadı. Bu yüzden Rumeli İslam’ı yumuşak, insancıl, vicdanlıdır. Katılık yoktur, şekilcilik azdır. İman kalptedir, gösterişte değil.


Eğitim Rumeli’de büyük değerdir. Osmanlı’nın en iyi okulları Rumeli’deydi. Medreseler, rüştiyeler, askeri okullar… Rumeli’den çok paşa, öğretmen, kadı, şair, subay çıktıysa nedeni budur. Okumuş adam kibirli olmaz, rehber olurdu. Dil bilen, yazı yazan, fikir üreten, kültür taşıyan çoktur. Rumeli efendiliğinin arkasında bu eğitim birikimi vardır.


Vefa, sadakat, dostluk Rumeli’de sadece ahlâk değil şereftir. Birine “arkadaşım” demek kolay değildir ama dediyse ömür boyudur. Dostunu satmaz. Yanında olur. Rumeli insanı iki yüzlülüğe tahammül etmez. Dürüstlüğü sever. Lafı eğip bükmez ama kalp kırmadan söyler. Devlete bağlıdır. Osmanlı ona sadece yönetim vermedi, kimlik verdi. Bu yüzden Rumeli insanı devlete küsmeyeceği gibi devleti de hafife almaz. Bayrak onun için sembol değil, namustur.


Rumeli’nin en ağır gerçeği göçtür. Bu coğrafya defalarca el değiştirdi. Savaşlar, katliamlar, zorunlu göçler… Yüz binlerce Türk Anadolu’ya sığındı. O göç yollarında analar çocuklarını kaybetti, evler bırakıldı, mezarlar geride kaldı. Rumeli çok kaybetti ama kimliğini kaybetmedi. Göçle gelen Rumelililer Türkiye’de yeniden kök saldı ama hafızasını asla bırakmadı. Bu yüzden Rumeli kültürü bugün bile canlıdır. Sofrasında, dilinde, tavrında, türküsünde, bakışında yaşar. Rumelili biri “bizim oralar” dedi mi sadece yer anlatmaz, bir medeniyet anlatır.


Ve işin özü şudur:

Rumeli kültürü zarafet ile mertliğin aynı bedende birleşmiş halidir.

Rumeli insanı hem bey gibi yaşar hem asker gibi durur.

Hem incelir hem kırılmaz.

Hem güler hem ağlar.

Hem geçmişi taşır hem bugüne uyum sağlar.


Rumeli kaybedildi sananlar yanılıyor. Toprak kaybedildi ama Rumeli ruhu bugün Türkiye’nin her şehrinde yaşayan milyonlarca insanın yüreğinde capcanlı duruyor. Bu ruh, Türk milletinin en rafine, en zarif, en dirençli damarlarından biridir.


İşte Rumeli budur:

Sadece tarih değil, karakterdir.

Sadece coğrafya değil, terbiyedir.

Sadece hatıra değil, canlı hafızadır.

Sadece kültür değil, insanlık kalitesidir.


Ve bu kalite kolay oluşmadı…

Asırlarca acı çekerek, savaşarak, kaybederek, dirilerek, koruyarak geldi.


Rumeli bir yer değil, bir duruştur.


Ve o duruş hâlâ dimdik ayaktadır.


Bağımsız araştırmacı yazar

Hüsnü Yazıcı

Balkan Türkü ile Anadolu Türkü

 Balkan Türkü ile Anadolu Türkü aynı kökten gelir ama farklı iklimlerde büyümüş iki kardeş gibidir. Aynı dili konuşurlar, aynı dine inanırlar, aynı tarihe sahiptirler fakat hayatı yaşama biçimleri, adetleri, davranış tarzları yaşadıkları coğrafyanın etkisiyle birbirinden ayrılmıştır. Bu ayrılık düşmanlık değil, çeşitliliktir. Hatta bu çeşitlilik Türk milletinin zenginliğidir.


Anadolu Türkü toprağa bağlıdır. Köy hayatı, yerleşik düzen, töre ve büyüklerin sözü her şeyin üstündedir. Aile yapısı daha kapalıdır. Evde herkesin yeri bellidir. Erkek evin direği sayılır, kadın evin düzenidir. Gelin kaynananın karşısında ölçülüdür. Evin büyüğüne saygı tartışılmaz. “Büyük konuşur, küçük dinler” anlayışı hâlâ yaşar. Anadolu’da misafir baş tacıdır, sofra paylaşılır, aç yatan komşu varsa günah sayılır. Komşuluk ilişkileri kuvvetlidir, kimse kimseyi sahipsiz bırakmaz. Anadolu insanı duygusaldır ama duygusunu dışa vurmaz, içine atar, sabreder. Sabrı da toprağın sertliğinden öğrenmiştir.


Balkan Türkü ise Osmanlı’nın şehir kültürü içinde yoğrulmuştur. Rumeli coğrafyası çok uluslu bir ortamdır. Türk, Arnavut, Boşnak, Bulgar, Rum yüzyıllarca yan yana yaşamıştır. Bu durum Balkan Türküne daha açık, daha pratik, daha sosyal bir karakter kazandırmıştır. Anadolu’daki gibi kapalı aile yapısı yoktur. Kadın toplum içinde daha görünürdür. Düğünlerde, eğlencelerde kadın-erkek beraber oynar. Sohbet masası karışıktır, gülmece boldur. Balkan Türkü daha neşeli görünür ama içinde derin bir gurbet acısı vardır. Çünkü o topraklarda sürekli kaybetme, sürülme, dağılma yaşamıştır. Bu yüzden hafızası çok güçlüdür. Bir mahalleyi, bir köyü, bir komşuyu, bir türküyü ömür boyu unutmaz.


Adetlere bakarsak farklar daha da netleşir. Anadolu’da düğün günlerce sürer, halay çekilir, zeybek oynanır, erkekler ve kadınlar çoğu zaman ayrı eğlenir. Her oyunun bir ağırlığı vardır. Düğün sadece eğlence değil, töredir. Davul-zurna vazgeçilmezdir. Her adımın kuralı vardır. Balkan’da düğün yine şenliktir ama daha hareketlidir. Oyunlar hızlıdır, ritimler karışıktır, hora, oro gibi oyunlar kadın-erkek birlikte oynanır. Klarnet ön plandadır, bazen keman eşlik eder. Balkan düğünü neşeli gibi görünür ama arada hüzünlü türküler de söylenir, çünkü Balkan Türkü mutluluğun içinde bile hüzün taşır.


Asker uğurlama da iki tarafın karakterini yansıtır. Anadolu’da asker kutsaldır. Görev vatandır. Uğurlama tören gibidir. Davul-zurna çalar, dualar edilir, büyükler nasihat verir. Genç, “Anam ağlama” diyerek gider. Balkan’da da askerlik onurdur ama uğurlama daha içli, daha duygusal yapılır. Kadınlar da katılır, hep birlikte ağlarlar ama sonrasında mutlaka bir oyunla moral verilir. Çünkü Balkan Türkü acıyı hafifletmeyi de bilir.


Cenaze adetleri de farklıdır. Anadolu Türkü ölüm karşısında çok ciddi, çok derindir. Sessizlik, hüzün, taziye günlerce sürer. Mevlitler okunur, komşular yemek getirir. Balkan’da cenaze yine hüzünlüdür ama bazı yerlerde defin sonrası toplu yemek yapılır, hatta bazen hafif bir sohbet ortamı olur. Çünkü Balkan Türkü ölümü kabullenirken bile yaşamı hatırlatır. “Hayat devam eder” der.


Bayram adetlerinde benzerlik çoktur. Her iki taraf da bayram sabahı erkenden kalkar, büyüklerin eli öpülür, ziyaretler yapılır. Ama Anadolu’da bayram biraz daha resmi, daha törelidir. Balkan’da ise daha hareketlidir, daha samimidir. Kahkahalar eksik olmaz, çocuklar daha özgürdür.


Dil ve konuşma tarzı önemli bir gösterge. Anadolu’da yöresel ağızlar serttir. Erzurum ayrı konuşur, Yozgat ayrı, Ege bambaşka. Sesler boğazdan gelir. Balkan Türkü ise İstanbul Türkçesine çok yakındır. Konuşması yumuşaktır. Araya yerel Balkan dillerinden kelimeler karışsa bile Türkçe berrak kalır. Bu da Osmanlı şehir kültürünün etkisidir.


Yemek kültüründe bile fark vardır. Anadolu mutfağı bölgeden bölgeye değişir ama genellikle et, bulgur, hamur işleri, bakliyat ağırlıklıdır. Baharat çeşitlidir. Sofra büyüktür. Balkan Türkünün mutfağı ise daha sade ama dengelidir. Yoğurt, börek, köfte, turşu çok kullanılır. Saray mutfağının hafiflemiş bir hali gibidir. Yemekleri pratik ama lezzetlidir.


Dine gelince, her iki taraf da Müslümandır, ibadetine bağlıdır, bayramına sahiptir. Ama yaşayış farklıdır. Anadolu’da dinî ritüeller çok güçlüdür. Cem, mevlit, türbe ziyareti, adak kültürü yaygındır. Tarikatlar, dedeler, hocalar etkilidir. Balkan Türkünde din daha sade, daha şehirli, daha disiplinlidir. Bidatler azdır, ibadet daha net uygulanır. Ama Ramazan ve kandiller her zaman değerlidir.


Sonuç olarak;

Anadolu Türkü toprağın, sabrın, törenin insanıdır.

Balkan Türkü hafızanın, hareketin, direncin insanıdır.


Anadolu “töre” der, Balkan “hatıra” der.

Anadolu içe kapanır, Balkan dışa açılır.

Anadolu susar, Balkan anlatır.

Anadolu kaderiyle savaşır, Balkan kimliğini korumak için direnir.


Ama ikisini yan yana koyduğunda ortaya çıkan şey tek bir gerçektir: Türk milleti.


Biri kök, biri dal…

Biri gövde, biri yaprak…

Ayrı görünürler ama birbirini tamamlarlar.

Ve bu büyük ağacı ayakta tutan da tam olarak budur.


Bağımsız araştırmacı yazar

Hüsnü Yazıcı

TÜRK ADETİ DEDİĞİN ŞEY SADECE GELENEK DEĞİLDİR

 TÜRK ADETİ DEDİĞİN ŞEY SADECE GELENEK DEĞİLDİR


Türk kültürünü kitaplardan okuyarak anlayamazsın. Türk insanını tanımak için onun günlük hayatına, ilişkilerine, sofralarına, düğünlerine, yasına, sevincine, korkusuna bakman gerekir. Çünkü bizde kültür sadece düşünce değildir; hayatın ta kendisidir. Ve o hayat “adet” dediğimiz görünmez kurallarla yönetilir. Kanun devletten gelir ama adet milletten gelir. Devlet bazen değişir, yasa bazen uygulanmaz ama adet toplumun damarına işlemiştir. O yüzden Türk insanı bazen kanunu çiğner ama adeti çiğnemez. Çünkü adet, bizim için kimliktir.


Türk adetlerinin merkezinde “insan” vardır. Bizim kültürde insanı tanımadan hiçbir davranış anlaşılmaz. Biz bireyci değiliz, toplulukçuyuz. “Ben”den önce “biz” gelir. Aile, mahalle, akraba, komşu, köy, devlet… Hepsi birbirine görünmez iplerle bağlıdır. Bu bağları koruyan şey işte bu adetlerdir. Selam vermekten cenaze kaldırmaya kadar her şey, aslında toplumu ayakta tutan bir sosyal sözleşmedir.


SELAM VERMEK MİDEYE DEĞİL, RUHA HİTAP EDER

Türk insanı birbirinin yanından sessizce geçmez. Selam verir. Çünkü selam “Ben düşman değilim” demektir. “Selamünaleyküm” sadece dini bir söz değil, barış ilanıdır. “Günaydın” bile sıcaklıktır. Baş eğerek selamlarsın, saygı gösterirsin. Selam vermemek kibirdir. Türk kültüründe kibir en ağır kusurlardan biridir. Çünkü kibir “ben sizden üstünüm” demektir. Biz eşitlik isteriz ama hiyerarşi tanırız. Eşitlik duygusal, hiyerarşi davranışsaldır.


MİSAFİR KAPIDAN DEĞİL, GÖNLÜNDEN GİRER

Bizde misafir gelince ev hazırlıksızsa bile ikram bulunur. Çaydan başka bir şey yoksa da “çay var” dersin. Çünkü mesele ikramın lüksü değil, gönlün açıklığıdır. Misafir baş tacı yapılır. Gelenin ayakkabısı önüne çevrilir, en güzel oda verilir, en iyi yemek önüne konur. Neden? Çünkü misafir berekettir. Bereket ekonomik değil, manevidir. Misafir ağırlamakla insan şükreder. Bugün apartmanlarda bile komşu kahveye çağrılır; kültür şekil değişir ama ruhunu kaybetmez.


KOMŞU KAPISI ZİL DEĞİL, GÜVENDİR

Komşuluk bizde hâlâ güçlüdür. Yan dairede biri öldüğünde cenazeye gidilir, biri evlenince düğününe gidilir. Komşu hasta olsa çorba götürülür. “Komşu hakkı” diye bir şey vardır. Bu resmi bir hak değil ama kültürel bir zorunluluktur. Eskiden kapı kilitlenmezdi çünkü komşu hırsızdan daha önce girerdi. Şimdi kapılar kilitli ama gönüller tamamen kapanmadı. Hâlâ mahalle baskısı diye bir gerçek var. Kötü anlamda olabilir, ama aynı zamanda sosyal kontrol ve güvenlik sağlar. Çünkü bizde toplum kendini kendi denetler.


SOFRA YEMEK YERİ DEĞİL, DÜZEN DEMEKTİR

Türk sofrası sadece karın doyurmak için kurulmaz. Sofra, aile hiyerarşisinin sahnesidir. Büyük başa oturur, küçük bekler. Yemeğe büyük başlamadan el uzatılmaz. Bu saygıdır. Ekmek kutsaldır, yere düşerse öpülür. Kutsallığın nedeni açlık hafızasıdır. Türk tarihi yoklukla yoğrulmuştur. Bu yüzden nimet israf edilmez. Sofrada yüksek sesle kavga edilmez, çünkü sofra birliktir. Hatta küslük varsa, aynı sofraya oturmak barış teklifidir.


HİTAP ŞEKLİ BİLE BİR ADET

Bizde herkes herkese “sen” diyemez. Büyüğe “siz” denir, akraba olmayan yaşlıya “amca, teyze” denir. Bu sadece saygı değil, samimiyetle mesafe arasında kültürel dengedir. Türk insanı hitapla sınır çizer. “Abla, abi” dediğinde hem sıcaklık hem de hiyerarşi kurarsın. Dil, ilişkilerin mimarisidir.


BÜYÜK KÜÇÜĞE SAHİP ÇIKAR, KÜÇÜK BÜYÜĞE HİZMET EDER

Türk ailesi dikeydir. Batı’daki gibi “herkes eşit” anlayışı yoktur. Bizde sevgi ile saygı birbirinden ayrılmaz. “Beni seviyor ama sözümü dinlemiyor” cümlesi anlaşılmaz. Çünkü sevgi itaati içerir. Dede-ninenin otoritesi devlet gibidir. Onlara hizmet etmek angarya değildir, şereftir. Bayramda el öpmek, sadece adettir sanan yanılır. O el, hafızadır.


BAYRAMLAR İBADET DEĞİL, TOPLUM TAMİRİDİR

Bayram sabahı namaz kılınır, sonra herkes birbirinin evine gider. Bayramlaşmak helalleşmektir. Küs kalınmaz. Akraba sıralaması vardır, önce kim ziyaret edilir belli. Çocuklara harçlık verilir; bu sadece hediye değil, ekonomik adalettir. Bayram sofrası kurulur; paylaşmak berekettir. Bayramlar toplumdaki kırıkları onarmak için vardır.


KANDİLLERDE IŞIK YAKMAK DEĞİL, HATIRLAMAK VARDIR

Regaip, Miraç, Berat, Mevlit… Kandil gecesi simit dağıtmak, lokma dökmek sadece dini değildir. Cemaat oluşturur, birlik duygusu verir. Mevlit okutmak ölüye saygı kadar, yaşayanlara moral vermektir. Bu adetler, dini sadece ibadet olmaktan çıkarıp sosyal bağ haline getirir.


IMECE: DEVLET YOKSA HALK DEVLET OLUR

Köyde birinin tarlası sürülecekse herkes gelir yardım eder. Karşılık beklenmez. Bu imecedir. Bu sayede köy ayakta kalır. Devlet yetişmezse toplum kendi kendini örgütler. Bugün büyükşehirde bile mahalle dayanışması benzer mantıkla devam eder. Türk kültüründe “benim işim değil” diye bir şey yoktur. Yapabiliyorsan yaparsın.


DOĞUM: HAYAT GELDİ, KÖY TOPLANDI

Bebek doğunca sadece aile sevinmez, mahalle sevinir. Nazar korkusu vardır. Kırklama yapılır; bu hem temizlik hem inanıştır. Loğusa şerbeti ikram edilir; kadın korunur. Çünkü Türk kültüründe doğum özel değil, kutsaldır. Çocuk “ailenin” değil, “toplumun” çocuğudur.


İSİM VERME: KADER SEÇMEK

İsim rastgele konmaz. Dedenin adı verilir, büyüklerin ruhu yaşasın diye. İsim bir tür dua gibidir. “Yiğit, Mert, Kutay…” karakter yüklenir. “Fatma, Ayşe…” Peygamber ailesine bağlılık ifadesidir. Bu bile adetle dindir, soyla inanç birleşir.


SÜNNET: ERKEKLİĞE GEÇİŞ

Sünnet düğünü aile gururudur. Atla gezdirilen çocuk, padişah gibi giydirilir. Acı çekecek ama kahraman gibi davranması beklenir. Bu tören erkekliğin psikolojik sınavıdır. Kadınlar ağlar, erkekler güler. Bu bile rol dağılımıdır. Türk kültüründe herkes nasıl davranacağını adetten öğrenir.


ASKERLİK: VATAN İLE ERKEK ARASINDAKİ ANT

“Her Türk asker doğar” lafı boş değil. Asker uğurlaması düğün gibidir. Konvoy yapılır, bayrak açılır, dualar edilir. Çünkü askerlik sadece devlet görevi değil, erkeklik tamamlanmasıdır. Askerden gelen çocuk değil, adam olur. Bu kültürel kodun temelinde tarih vardır: yüzyıllarca savaşmış bir milletin hafızası.


KIZ İSTEME: EDİP DEĞİL, TOPLUMUN ONAYI

“Allah’ın emri, Peygamber’in kavliyle” diye başlanır; bu cümle nikahın sadece iki kişi arasında olmadığını gösterir. Kahve tuzlu yapılır; damat sabrı sınanır. Söz kesilir; kurdele simbolik bağdır. Nişan aile anlaşmasıdır. Kız tarafının gururu, erkek tarafının ciddiyeti vardır. Her şeyin bir adabı vardır, çünkü evlilik iki kişinin aşkı değil, iki ailenin ortaklığıdır.


ÇEYİZ: EMEK VE AĞIRLIK

Kız evinde sandık dolusu çeyiz hazırlanır. Dantel, yorgan, havlu… Bunlar sadece eşya değil, emeğin ifadesidir. Çeyiz göstermek statüdür. Hatta mahalleye serilir. Bu, kızın ailesinin saygınlığıdır. Bugün bile çeyiz bitmedi, sadece mağazadan alınmaya başladı. Ruh hâlâ aynı.


KINA GECESİ: VEDANIN GÖZYAŞI

Kına sadece gece eğlencesi değil, kızın ailesine veda törenidir. Eline kına yakılır, türkü söylenir, ağlanır. “Yüksek yüksek tepelere” sadece şarkı değildir, kültürel travmadır. Gelin gider, evden kopar. Bu duygusal yük adetle hafifletilir.


DÜĞÜN: BİRLİK GÖSTERİSİ

Düğün zenginliğin değil, toplumsal gücün göstergesidir. Kimler geldi, kaç araba oldu, kaç tepsi baklava dağıtıldı… Hepsi statüdür. Ama aynı zamanda dayanışmadır. Düğün masrafı bazen mahalle tarafından paylaşılır. Çünkü evlilik bireysel değil, kolektiftir.


TAKI MERASİMİ: EKONOMİK YARDIMLAŞMA

Altın takmak sadece gösteriş değil, çifti borçlandırmamaktır. Takılan altın ileride geri takılır. Bu karşılıklı sigortadır. Bugünün kredi kartı, dünün takısıdır.


ÖLÜM: YAS BİREYSEL DEĞİL KOLLEKTİFTİR

Bir evde ölüm olduğunda ocak sönmez; tam tersine mahalle ocağı olur. Yemek yapılmaz, komşular getirir. Cenaze hemen kaldırılır; çünkü insanı bekletmek ayıptır. Mezar başında dua edilir. Sonra 7’si, 40’ı, 52’si yapılır. Bu rakamlar sadece sayı değil, yasın ritmidir. Ölüyü unutmamak kadar, yaşayanı yalnız bırakmamak da Türk adeti.


HELVA KAVURMAK: HEM HATIRLAMA HEM ŞİFA

Cenaze sonrası helva dağıtmak ölüye rahmet, yaşayanlara destek demektir. Helva tatlıdır ama acıyı hafifletir. Bu psikolojik zekâdır. Türk kültürü acıyı bile ritüele dönüştürür.


AYIP – GÜNAH – SUÇ ARASINDAKİ FARK

Batı’da hukuk suçla ilgilenir, bizde toplum ayıpla ilgilenir. Bizde “ayıp” bazen suçtan bile ağırdır. Çünkü ayıp sosyal intihardır. “El alem ne der?” cümlesi baskı gibi görünür ama aynı zamanda toplumsal düzen sağlar. Günah Allah ile kul arasındadır, ayıp toplumla kişi arasındadır. Bu yüzden Türk insanı bazen yasadan değil, dedikodudan korkar. Bu kötü gibi görünse de aynı zamanda ahlakı korur.


SÖZ VERME: NOTERDEN DAHA GÜÇLÜ

Eskiden senet yoktu ama “namus sözü” vardı. Sözünden dönene güvenilmezdi. Bugün bile “erkek sözü” dendi mi konu kapanır. Kadının sözü de namustur. Yemin kutsaldır. El sıkışmak kontrat sayılırdı. Bu, Türk kültürünün ahlaki ekonomisidir.


KAHVEHANE VE KÖY ODASI: ERKEĞİN PARLAMENTOSU

Kahvehane sadece okey oynanan yer değil, bilgi merkezidir. Siyaset orada tartışılır, karar alınır. Köy odası misafir ağırlamak içindir; devlet büyüğü geldiğinde orada ağırlanır. Bu mekanlar toplumun gayriresmî yönetim merkezidir.


KADIN TOPLANMALARI: GÖRÜNMEYEN PARLAMENTO

Erkek kahvede ise kadın evde toplanır. Gün yapılır, altın günü düzenlenir. Bu hem sosyalleşme hem finansal dayanışmadır. Kadınlar evde gibi görünür ama bilgi ağı onların elindedir. Türk kültüründe kadının gücü sessiz ama etkilidir.


ÇOCUK YETİŞTİRME: TOPLUMSAL YATIRIM

Çocuk sadece aileye ait değildir. Sokağa çıktığında herkes onu uyarabilir. “Ayıp” der, “yapma” der. Bu sosyal kontrol gibi görünür ama aslında toplumsal sahiplenmedir. Çocuk özgür büyümez ama sahipsiz kalmaz. Türk kültüründe çocuk zenginliktir.


BÖLGESEL ADET FARKLARI: AYRI GÖRÜNÜR, AYNI RUHA ÇIKAR

Karadeniz hırçındır, Ege sakindir, Doğu ağırdır, Trakya neşelidir. Ama hepsinin özünde misafirperverlik, dayanışma, saygı, gurur vardır. Yani şekil farklı, ruh aynı. Türk kültürü bu çeşitlilikle güçlenir.


MODERNLEŞME ADETİ YOK ETMEDİ, GİZLEDİ

Apartman geldi, komşuluk zayıfladı ama bayramda hâlâ herkes köye gider. İnternet geldi, ama cenazeye hâlâ gidilir. Düğün salonu çıktı, ama kına gecesi kaybolmadı. Adetler ölmedi, dönüşüp uyum sağladı. Bizim kültür en büyük gücünü buradan alıyor: Esneme kabiliyeti yüksek ama kökü sağlam.


**BÜTÜN BU ADET


SENİN KALBİNE NİYE BU KADAR DOKUNUYOR?**

Çünkü bunlar sadece davranış değil, hafıza. Biz bu adetlerle büyüdük. Ağladık, güldük, vedalaştık, kavuştuk. Adet dediğin şey bazen bir türkü, bazen bir sessizlik, bazen bir bakış. Türk kültürü görünmez bir ağdır; biz fark etmeden onun içinde yaşarız.


Ve şunu unutma:

Bir milletin adetleri ölürse, kimliği de ölür.

Türk milleti bin yıldır ayakta duruyorsa, bu sadece kılıçla değil, adetle durmuş demektir.


Türk adeti sadece geçmiş değildir.

Türk adeti, geleceğe taşınan en büyük güçtür.

Bağımsız araştırmacı yazar

Hüsnü yazıcı

TÜRK KÜLTÜRÜ


TÜRK KÜLTÜRÜ

Türk kültürü dediğimiz şey ne sadece folklordur, ne sadece tarih kitaplarında duran bir hatıradır, ne de devletin törenlerde sergilediği bir vitrindir. Türk kültürü, coğrafya değiştirdikçe şekil alan ama özü koruyan canlı bir hafızadır. Göçebe çadırından saraylara, imparatorluklardan ulus devlete, köy odasından apartman dairesine, tarladan fabrikaya, savaş meydanından parlamentoya uzanan bir zincirdir. Bu zinciri güçlü kılan şey tek bir kimlik değil, sürekli mücadeleyle yoğrulmuş bir direniş ve uyum dengesidir.

Biz hiçbir zaman tek bir kalıba sığmadık. Orta Asya’da göçebeydik; devlet kurduk. İslam’la tanıştık; sentezledik. Anadolu’ya geldik; toprağa yerleşip şehirler kurduk. Osmanlı olduk; üç kıtaya yayıldık. Yüzleşmeler yaşadık; reformlar yaptık. Cumhuriyet olduk; yeniden inşa ettik. Modernleştik; yabancılaşmadan modernleşmeye çalıştık. Bugün hâlâ aynı soruyu soruyoruz: “Biz kimiz?”

Bu soru zayıflığın değil, canlılığın işaretidir. Çünkü kimliğini sorgulayan toplum ölmemiştir.

Türk kültürünün merkezinde devlet vardır. Devlet, sadece yönetim değil, koruyucu bir üst akıl olarak görülür. Bu tarihsel bir refleks. Asırlarca sınır boylarında savaşmış, içeride farklı din ve milletleri idare etmiş, imparatorluk yıkılıp yeniden devlet kurmuş bir milletin hafızasında “devlet giderse her şey gider” korkusu vardır. Bu yüzden bizde devlete kızılır ama devletsiz hayal kurulmaz. Devleti eleştirmek ihanetten değil, sahiplenmeden doğar.

Devletin yanında ikinci temel direk ailedir. Türk ailesi sadece anne-baba-çocuk değildir. Dede vardır, hala vardır, komşu vardır, sülale vardır, hatta mahalle bile aile gibi davranır. Bu yapı bir yandan dayanışmayı sağlar, diğer yandan bireyi bazen boğar. “Elalem ne der?” cümlesi kültürel kontrol mekanizmasıdır. Bu yüzden Türk kültüründe bireysel özgürlük değil, toplumsal uyum önce gelir. Batı’nın “ben” dediği yerde biz “biz” deriz.

Bir diğer güçlü damar misafirperverlik. Evde ekmek yoksa bile misafire ikram bulunur. Bu sadece nezaket değil, toplumda güven inşa etmenin yoludur. Göçebe zamanlardan kalan bir gelenek: yolda kalana yardım etmezsen yarın sana kim yardım edecek? Bu kültür, şehrin betonunda bile tamamen kaybolmadı. Bugün hâlâ kapı komşusuna çay demleyen bir milletiz.

Dil ise kültürün taşıyıcısıdır. Türkçe, asker disipliniyle net, halk zekâsıyla pratik, şiirle duygusal bir dildir. Az kelimeyle çok şey anlatır. “Can” deriz, canan deriz, canım deriz; hepsi ruhla bağlantılıdır. “Gönül” deriz, Latince’de karşılığı yoktur. Bu dil bizi sadece konuşturmaz, düşünme biçimimizi belirler. Türkçe düşünen insan, lafı dolandırmadan söyler ama gerektiğinde mecazla kılıcı bile kın içinde saklayabilir.

İnanç boyutu Türk kültüründe sadece dini ibadet değildir. Tasavvufla yoğrulmuş bir merhamet, kader anlayışıyla harmanlanmış bir sabır, “tevekkül” ile dengelenmiş bir azim vardır. “Allah büyüktür” demek teslimiyet değil, direniş gücüdür. Bu topraklarda inanç, devletle çatışmadan birlikte yaşadı. Cami ile tekke, saray ile medrese, halk ile inanç arasında sürekli müzakere oldu. Bu müzakere, kültürün esnekliğini sağladı.

Gelenek bizde sadece geçmişe bağlılık değil, kimliği korumanın yoludur. Düğünler, cenazeler, bayramlar; hepsi bireyi topluma bağlar. Bizde ritüeller sadece seremonidir sanan yanılır, onlar kimliğin yeniden üretilmesidir. Bayramda el öpmek, sadece saygı değil; nesiller arasında köprü kurmaktır.

Ama Türk kültürü sadece muhafaza etmedi, sürekli dönüştü. Modernleşme en büyük sınavımızdı. Batı’yı taklit etmek değil, Batı’nın teknolojisini alıp kendi ruhumuzu korumaya çalıştık. Bu her zaman başarılı olmadı. Bazen köklerimizle bağımız zayıfladı, bazen ilerleme korkusuyla yerimizde saydık. Ama sonuçta ortaya benzersiz bir sentez çıktı: ne tam Doğuyuz ne tam Batı. Biz geçiş köprüsüyüz. Coğrafya kaderdir derler; biz bu kaderi avantaja çevirdik.

Şehirleşme kültürü değiştirdi. Köyden kente göç eden milyonlar, yanlarında sadece eşyalarını değil, adetlerini de getirdi. Şehir kültürü ile köy kültürü çatıştı, sonra melezlendi. Varoş Türküsü doğdu, gecekondu mantığı ortaya çıktı: “Devlet yetişmezse biz yaparız.” Bu pratik zeka, Türk kültürünün hayatta kalma gücüdür.

Siyaset bile kültürel bir yansıma taşır. Lider odaklılık, kurtarıcı beklentisi, toplumsal kutuplaşma… bunların kökü devlet-aile-hiyerarşi üçgenine dayanır. Biz tartışırız ama kopmayız. Çünkü bizi birleştiren tarihsel hafıza güçlüdür: Malazgirt, Çanakkale, Kurtuluş Savaşı… Bunlar sadece tarih değil, duygusal yapıştırıcıdır.

Sanat ve edebiyat kültürün vicdanıdır. Yunus Emre’nin “Yaratılanı severim Yaradan’dan ötürü” sözü, Türk kültürünün karanlıkta bile ışık yakan yanıdır. Divan şiiri sarayın zarafeti, halk edebiyatı köyün sesi, türküler ruhun hafızasıdır. Her türkünün bir hikâyesi vardır çünkü biz acıyı da neşeyi de hikayeyle taşırız. Müzik sadece eğlence değil, duygunun örgütlenmiş halidir.

Bugün ise teknoloji ve globalleşme yeni bir sınav getiriyor. Dijital kültür sınır tanımıyor. Netflix izleyen, TikTok kullanan, ama aynı zamanda dedesinin duasını önemseyen bir nesil yetişiyor. Bu çelişki gibi görünse de aslında Türk kültürünün özüne uygun: Sentez yaparız. Melezleşiriz. Kökü koruyup dalı büyütürüz.

Türk kültürünü anlamak için ona sadece uzaktan bakmak yetmez. Onunla yaşamak, onunla tartışmak, onunla gurur duymak gerekir. Türk kültürü bazen kırılgan, bazen sert; bazen içine kapanık, bazen dünyaya meydan okuyan bir ruhtur. Ama her durumda dinamiktir. Çökmüş imparatorluktan yeni devlet çıkarmış bir kültür ölmeyi bilmez.

Sonuç olarak Türk kültürü; geçmişin yükü değil, geleceğin ham maddesidir. Biz bu kültürü taşımıyoruz, bu kültür bizi taşıyor. Değerini bildiğimizde güç kazanıyoruz, unuttuğumuzda savruluyoruz.

Türk kültürü bir soru değildir:
Türk kültürü cevabın ta kendisidir.



KİMLİK, DİL VE BALKAN GERÇEĞİ

 

Anlaşıldı. O halde metni tek 


KİMLİK, DİL VE BALKAN GERÇEĞİ

Dil Değişir, Öz Kalır mı?

Balkanlar, tarih boyunca imparatorlukların, dinlerin, kültürlerin ve ideolojilerin birbirine çarptığı bir kimlik laboratuvarı olmuştur. Bu coğrafyada yaşayan Türk/Müslüman toplulukların en büyük mücadelesi askeri ya da ekonomik değil, kimlik mücadelesidir. Çünkü Balkanlar’da kimlik sadece “ben neyim?” sorusu değildir; aynı zamanda “devlet beni ne olarak görüyor?”, “toplum bana ne diyor?”, “okul bana ne öğretiyor?” ve “dilim bana neyi zorla unutturuyor?” sorularıdır.

Bu çerçevede karşımıza çarpıcı bir soru çıkar:
“Dilini kaybeden bir halk kimliğini koruyabilir mi?”

Modern ulus-devlet ideolojisine göre cevap nettir:
“Hayır. Dil yoksa millet de yoktur.”
Ancak tarih, sosyoloji ve Balkan gerçekliği bu iddianın eksik olduğunu kanıtlar. Çünkü Balkan Türk/Müslüman topluluklarına baktığımızda dil değişse bile kültürün, inancın, köken bilincinin ve aidiyetin korunduğunu görürüz. Yani:
Dil bir araçtır. Kimlik ise köken, kültür ve dinle şekillenir.

Bu makale, bu gerçeği üç ana başlıkta temellendirir:

  1. Kimliğin katmanları
  2. Tarihsel süreç: Osmanlı’dan ulus-devlete
  3. Somut örneklerle ispat

1. KİMLİĞİN KATMANLARI

Kimlik çok katmanlı bir yapıdır. Dil tek belirleyici değildir. Sosyolojik olarak kimliği oluşturan dört temel unsur vardır:

1. Köken bilinci (atalarımız kim?)

İnsanlar kendini bir soya, bir geçmişe, bir hafızaya bağlayarak tanımlar. Bu bağ kopmadıkça kimlik yaşar.

2. Kültür (gelenekler, yemekler, aile yapısı, ritüeller)

Dil değişebilir ama düğün aynıysa, cenaze aynıysa, sofradaki yemek aynıysa, çocuk terbiyesi aynıysa kültür korunuyor demektir.

3. Din / inanç sistemi

Osmanlı sonrası Balkanlar’da en ağır baskı dine uygulanmıştır. Çünkü herkes biliyordu: İnanç giderse kimlik çöker.
Bu nedenle Balkan Türk/Müslümanları dini koruyarak kimliğini çekirdekten savundu.

4. Aidiyet (Biz kimiz – onlar kim?)

Kimlik en net olarak şu soruyla şekillenir:
“Biz kime yakınız?” “Kime değiliz?”
Balkan Müslümanları kendini Hristiyan komşusundan ayırırken “biz Türküz” demiştir. Çünkü Osmanlı’dan kalan sosyolojik miras şudur:
Müslüman = Türk
Bu, 500 yıllık hafızadır.

✅ Bu dört kriter incelendiğinde dilin tek başına kimlik belirleyemeyeceği açıkça görülür.


2. OSMANLI DÖNEMİ: KİMLİK = DİN + KÜLTÜR

Osmanlı’da insanlar dile göre değil, dine göre sınıflandırıldı.

  • Müslümanlar “Türk” olarak algılandı (etnik bağımsız).
  • Gayrimüslimler, Türkçe konuşsa bile “Türk” sayılmadı.
    Bu nedenle Balkan Müslümanı için Türk kimliği sadece etnik bir tanım değil, dini ve kültürel aidiyettir.
    Bu anlayış yüzyıllarca toplumun zihnine işlendi.

3. MİLLİYETÇİLİK ÇAĞI: DİL ZORLA DEĞİŞTİRİLDİ

  1. yüzyılda Balkan ulus devletleri kurulunca hedef netti:
    “Türk/Müslüman unsuru eritmek.”
    Bunun için:
  • Türkçe eğitim yasaklandı.
  • Türk isimleri değiştirildi.
  • Türkçe konuşmak cezalandırıldı.
  • Askerde, okulda, devlette Slavca dayatıldı.

Ama insanlar evde, düğünde, cenazede kültürü ve dini gizlicenekorudu.
Devlet dili aldı, millet kimliği sakladı.

✅ Dil işgal edildi, kimlik teslim olmadı.


4. DİL VE KİMLİK ARASINDAKİ GERÇEK BAĞ

Bununla birlikte, dil tamamen önemsiz değildir. Dil kültürün taşıyıcısıdır. Ancak dil baskıyla değişmişse, yeni dil kimliği tam olarak silemez.
Bu noktada Balkan gerçekliği şunu gösterir:
Zorla değişen dil kimliği yok etmez.
Gönüllü değişen dil tehlikelidir.

Balkanlar’da dil baskısı dışarıdan geldiği için, toplum bunu “bizden çalınan bir değer” olarak gördü. Bu nedenle kimliğe daha çok sarıldı.


5. TARİHSEL ÖRNEKLER

✅ Boşnaklar: Slavca konuşur, Osmanlı kimliğini taşır

  • Dil: Sırp-Hırvatça (Slav dili)
  • Din: Müslüman
  • Kültür: Osmanlı mirası
  • Aidiyet: “Biz Türk’e yakınız” düşüncesi

Bosna’da meşhur söz:
“Dilim Sırpça, kalbim Türkçe.”
Bu cümle bu makalenin özetidir.


✅ Pomaklar: Türk kökenli, Slav dilli, Müslüman

Türkologlar Pomakların Oğuz/Türkmen kökenli olduğunu kabul eder. Zamanla Slavlaşmışlardır.
Bulgar devleti “siz Bulgarsınız” dedi, Pomaklar reddetti.
Çünkü dil gitmiş olabilir ama aidiyet gitmemiştir.


❌ Gagavuzlar: Türkçe konuşur ama Türk değildir

Bu örnek tersinden çok önemlidir.

  • Gagavuzlar Oğuz kökenli
  • Türkçe konuşurlar
  • Ama Hristiyandırlar
  • Kendilerini Türk değil, ayrı bir millet olarak görürler

Bu neyi kanıtlar?
Kimliği belirleyen dil değil, din ve aidiyettir.


✅ Arnavutlar: Dil bölünmüş, kimlik sağlam

Arnavutların üç farklı alfabesi oldu. Farklı bölgelerde farklı etkiler altında kaldılar.
Ama Arnavutluk bilinci dimdik kaldı.
Dil parçalanırken kimlik birleşti.


✅ Türkiye’ye gelen muhacirler

Balkan göçmenlerinin bir kısmı Türkçe bilmeden geldi.
Ama Türkiye’ye ayak basınca “Biz Türk’üz” dediler.
Devlet bile şöyle dedi:
“Dil bilmiyorsan öğretiriz; yeter ki Türklüğünü unutma.”

Bu, Cumhuriyet’in bile “kimlik = dil değil” dediğinin göstergesidir.


6. SOSYOLOJİK VE TEORİK DAYANAK

Sosyolog Joshua Fishman, dil ve kimlik ilişkisini incelerken şu sonuca varır:
“Bir topluluk dili kaybetse bile, kültürel/dini semboller korunuyorsa kimlik yaşamaya devam eder.”

Benedict Anderson “Hayali Cemaatler” eserinde der ki:
“Millet, ortak dil değil, ortak hafıza ve aidiyetle kurulur.”

Bu iki teori, Balkan Türklerinin gerçekliğini birebir açıklar.


7. SONUÇ: DİL ARAÇTIR, KİMLİK ÖZDÜR

Balkanlar bize şu dersi verir:
Bir toplumu asimile etmenin en kolay yolu dilini almaktır.
Ama bir toplumu yok edememenin sebebi kimliğinin dilden daha derinlerde olmasıdır.

Bu yüzden Balkan Türk/Müslüman topluluklarının kimliği üç net katmanda açıklanabilir:

1. Köken ve kültür → Asıl kimlik, değişmez
2. Din → Kimliğin yapıştırıcısı ve taşıyıcısı
3. Dil → İletişim aracı, zorla değiştirilebilir

Ve nihai tablo şudur:
Biz köken ve kültür olarak Türk’üz.
Tarihsel şartlar nedeniyle Slavca konuşuyoruz.
Dil araçtır; din ve kültür kimliğimizdir.


BUGÜN İÇİN ANLAMI

Bu tespit sadece geçmişi açıklamaz.
Aynı zamanda bugünkü kimlik mücadelesinin de yol haritasıdır:

  • Dil geri kazanılabilir.
  • Kültür yeniden canlandırılabilir.
  • Aidiyet güçlendirilebilir.
  • Tarih sahiplenilebilir.

Ama önce şu gerçeği kabul etmek gerekir:
“Bizim kimliğimizi dil değil, hafızamız belirler.”

Ve Balkan Türklerinin hafızasında şu cümle hâlâ yaşıyorsa, kimlik ölmemiştir:
“Biz Türk’üz.”



14 Ekim 2025 Salı

BİTTİ SANDIĞIN TARİH, HÂLÂ YAŞIYOR: SLAV DENEN HALKLAR GERÇEKTEN SLAV MI, YOKSA TARİH TÜRKLERİ Mİ SİLDİ?

 


BİTTİ SANDIĞIN TARİH, HÂLÂ YAŞIYOR:

SLAV DENEN HALKLAR GERÇEKTEN SLAV MI, YOKSA TARİH TÜRKLERİ Mİ SİLDİ?


Bu metin, bağımsız araştırmacı-yazar Hüsnü Yazıcı’nın çeşitli tarihsel kaynaklar, arşiv belgeleri ve saha gözlemlerine dayalı çalışmasıdır. Akademik kurumlara bağlı değildir. Resmî tarih anlatılarına bağlı kalmak zorunda hissetmez. Bu metin bir iddia değil, derin bir okuma ve karşılaştırmalı analizdir. Farklı görüş belirtmek isteyen varsa, kendi çalışmasını ortaya koyabilir.


Giriş

Balkan coğrafyasında kimlik tartışması bitmez. Çünkü bu topraklarda hiçbir millet saf değil. Herkes birbirinden etkilendi, karıştı, dönüştü. Ama ilginçtir: Ne zaman Türk etkisi gündeme gelse herkes bir anda susuyor. Türk izleri gizleniyor, inkâr ediliyor. Tam tersine, Türk’e benzeyen bile “Slav’dı” diye yazılıyor. Neden? Çünkü Balkan milliyetçiliği, Türk düşmanlığı üzerine kuruldu. Kimliğini Türk karşıtlığı ile tanımlayan bir toplum, geçmişindeki Türk kökünü kabul ederse bütün ideolojisi çöker.


Bugün “Slav ulusları” diye bildiğimiz Bulgar, Sırp, Makedon, Boşnak, Hırvat, hatta Rus bile zannedildiği kadar Slav değil. Slavlık bir etnik kökten çok, 9. yüzyıldan sonra oluşmuş politik bir şemsiye kimliktir. Slavların tarih sahnesine çıkışı geç, güçsüz ve dağınıktır. Devlet kuramazlar, ordu düzenleyemezler, yazılı dilleri bile yoktur. Tam bu dönemde sahnede kim vardır? Hun, Avar, Bulgar, Peçenek, Kuman ve Oğuz Türkleri. Bu Türk boyları Doğu Avrupa ve Balkanlar’ı yüzyıllarca yönetir. Slav kabileleri Türk hâkimiyeti altında yaşar, Türk askeri sistemini öğrenir, Türk unvanlarını kullanır, Türklerle evlenir. Devlet kurmayı Türklerden kopyalarlar. Slav devlet geleneği, Türk devlet modelinin taklididir.


Tarihte ilk Bulgar devleti Türk’tür. Kurucuları Asparuh, Kubrat, Krum gibi Oğur Türk liderleridir. Dilleri Türkçedir. 9. yüzyılda Hristiyan olup Slav dili kabul ettiklerinde Slavlaşırlar. Modern Bulgar iddiası tam tersini söyler: “Biz Slavdık, Türk etkisi geçiciydi.” Bu açık bir ters yüz etmedir. Gerçek: Eski Bulgar = Türktü. Bugünkü Bulgar = Slavlaşmış Türk + Balkan yerli karışımı.


Sırplar, Hırvatlar, Slovenler yüzyıllarca Avar, Peçenek, Kuman Türk hâkimiyetinde yaşadı. Sırp soylu unvanları “ban, boyar, voivoda” Türk kökenlidir.  Boşnakların atası sayılan Bogomil mezhebi, dualist inanç sistemiyle Orta Asya Türk inançlarına benzer; bu yüzden İslâm’ı kolay kabul ettiler. Rus knezleri Kuman prensesleriyle evlendi; Altın Orda Rusya’yı 250 yıl yönetti. Bugün Rus gen havuzunda bile Türk-Kıpçak izi %10-15’tir. Daha güneyde bu oran %25’e çıkar. Ukrayna toprakları tarihsel adıyla “Kıpçak Bozkırı”dır. Yani Slav dediğimiz halklar ya Türklerden devlet modeli aldı ya Türklerle karıştı ya da Türk boylarının Hristiyanlaşıp Slavlaşmış torunlarıdır.


Peki neden “Türkleşmiş Slav yok” denir de “Slavlaşmış Türk” denmez? Çünkü tarih politik yazılır. Bir Slav Müslüman olursa “Türkleşti” denir ve mağdur gösterilir. Bir Türk Hristiyanlaşırsa “zaten Slavdı” denir ve Türklüğü silinir. Çifte standart sistematiktir: Slavlaşan Türk gizlenir, Türkleşen Slav küçümsenir. Sebep açık: Türk kimliği itibarsızlaştırılmak istenir. Böylece Balkan halklarına “saf Slav” kimliği inşa edilir. Bu kimlik Avrupa’nın desteğiyle milliyetçilikle birleşir, Türk’e düşmanlık üzerinden kimlik oluşur.


Bugün Avrupa tarih kitaplarında Türkler işgalci, Slavlar yerli olarak gösterilir. Oysa Hun, Avar, Bulgar gibi Türk devletleri Slavlardan önce bu coğrafyadaydı. Slavlaşmış Türk devletlerini Slav icadı gibi pazarladılar. Tarih kitapları bilinçli manipüle edildi. Türk etkisi ya yok sayıldı ya “barbar baskı” diye çarpıtıldı. Osmanlı dönemi de aynı kalıpla anlatıldı: “Türk barbar, Slav mağdur.” Bu anlatı bugünün kimlik siyasetini şekillendirdi.


Modern dönemde bu manipülasyon sadece kitapla kalmadı, stratejiye dönüştü. Bulgar devleti Pomaklara “Siz Türkleşmiş Slav’sınız, özünüze dönün” dedi. Yunanistan “Türk yok, sadece Müslüman Yunan var” dedi. AB fonları Pomak kimliği üzerine projeler başlattı: “Pomak ayrı millettir, ne Türk ne Bulgar.” STK’lar kuruldu, dernekler açıldı, “Pomak dili”, “Pomak kültürü” adı altında Türk’ten koparma operasyonu yürütüldü. CIA, MI6, Soros gibi yapılar Balkanlarda etnik mühendislik yaptı. Amaç: “Türksüz Balkan.” Müslüman Pomak’ı Türk’ten koparmak için “Slav Müslüman” diye yeni kimlik icat ettiler.


Bu sırada Osmanlı ve Türkiye’nin de hatası vardı. Osmanlı “Müslüman olan herkese Türk” dedi, etnik kimlikleri ayrı ayrı kaydetmedi. Asimilasyon yapmadı ama kimlik detayını da korumadı. Türkiye Cumhuriyeti de yıllarca Pomak, Boşnak, Arnavut gibi Müslüman toplulukların etnik kimliğini konuşmadı. Bu boşluğu Bulgar, Yunan ve AB doldurdu. Kimlik alanı boş bırakılınca başkası yazdı.


Bugün Pomaklara, Boşnaklara, Torbeşlere, Goralara dikkat edin: Dilleri Slav olabilir ama kültürleri Türk-İslam’dır. Düğünleri Türk, cenazeleri Türk, mutfakları Türk, aile yapıları Türk. Slav kültürüyle ortak noktaları dilden ibarettir. Slavlaştıkları iddia edilen birçok halk, aslında Türkleşmiş yerli veya Türk etkisinde şekillenmiş karışık topluluklardır. Etnik olarak saf Slav’ın kendisi bile yoktur. Slavlık siyasi bir şemsiye kimliktir. Türk izleri her Slav halkında vardır ama resmi tarih “yok” demek için uğraşır.


Gerçek şudur: Slavlaşmış Türk çoktur. Türkleşmiş Slav da çoktur. Fakat sadece biri kabul edilir, diğeri gizlenir. Çünkü mesele ırk değil, siyasettir. Balkan kimliği bir savaş alanıdır. Kimliğin sahibi, tarihi yazandır. Türk geçmişi kabul edilirse bütün Slav ulus anlatıları çöker. Bu yüzden Türk sessizleştirilir, Slav parlatılır. Tarih yazarı Türk’ü sildi ama kültür, dil izleri, genetik ve coğrafya gerçeği saklayamadı.


Bugün kim “Balkanlarda Türk etkisi yok” diyorsa, tarih bilmiyor ya da kasıtlı yalan söylüyordur. Bu gerçekler ortaya çıktığında çok kişi rahatsız olur. Ama kimlik savaşı bitmedi, sadece şekil değiştirdi. Avrupa hâlâ bölüyor, devletler hâlâ manipüle ediyor, fonlar hâlâ devrede. Fakat tarih geri dönüyor. Sessiz kalan Türk hafızası yeniden konuşmaya başlıyor.


Gerçeği bilen susmaz. Susarsak tarihimizi başkası yazar.



KAYNAKÇA


[1] Norman Davies, Europe: A History, Oxford University Press, 1996.

[2] Fine, John V.A., The Early Medieval Balkans, University of Michigan Press, 1991.

[3] Ivo Banac, The National Question in Yugoslavia, Cornell University Press, 1984.

[4] Stavrianos, L.S., The Balkans since 1453, NYU Press, 2000.

[5] Peter Heather, Empires and Barbarians, Pan Macmillan, 2009.

[6] Florin Curta, The Making of the Slavs, Cambridge University Press, 2001.

[7] Benedict Anderson, Imagined Communities, Verso, 1983.

[8] Jordanes, Getica, 551.

[9] Prokopios, De Bellis, 6. yy.

[10] Peter B. Golden, An Introduction to the History of the Turkic Peoples, Wiesbaden, 1992.

[11] Paul Stephenson, Byzantium’s Balkan Frontier, Cambridge University Press, 2000.

[12] Theophylaktos Simokattes, History, 7. yy.

[13] Dimitri Obolensky, The Byzantine Commonwealth, Praeger, 1971.

[14] Max Vasmer, Etymological Dictionary of the Russian Language, 1950-58.

[15] Vernadsky, George, The Mongols and Russia, Yale University Press, 1953.

[16] Omeljan Pritsak, The Pečenegs, Harvard Ukrainian Studies, 1976.

[17] Stephenson, Byzantium’s Balkan Frontier, 2000.

[18] Theophanes Confessor, Chronographia, 9. yy.

[19] Nikephoros, Breviarium, 8. yy.

[20] Omurtag Yazıtları (Bulgar Türkçe Runik Yazıtlar), 9. yy.

[21] Curta, The Making of the Slavs, 2001.

[22] Modern Bulgar tarih kitapları (ör. Dobrev, Istoriya na Balgariya).

[23] Fine, The Early Medieval Balkans, 1991.

[24] Peter Golden, The Ethnogenesis of the Bulgars, 1980.

[25] Spinei, Victor, The Great Migrations in the East and South East of Europe, 2009.

[26] Barford, Paul, The Early Slavs, Cornell University Press, 2001.

[27] Rásonyi, László, Tarihte Türklük, TKAE Yayınları, 1971.

[28] Obolensky, Dimitri, The Bogomils, Cambridge University Press, 1948.

[29] Malcolm, Noel, Bosnia: A Short History, NYU Press, 1994.

[30] Russian Primary Chronicle (Povest’ Vremennykh Let), 12. yy.

[31] Halperin, Charles, Russia and the Golden Horde, Indiana University Press, 1985.

[32] Balanovsky, Oleg, Genetic Heritage of Russia, 2011.

[33] Yunusbayev et al., Genetic Legacy of Turkic Nomads, PLoS Genetics, 2015.

[34] Golden, Peter, Cuman-Kipchak World, 1992.

[35] Spinei, The Great Migrations, 2009.

[36] Davies, Europe: A History, 1996.

[37] Jelavich, Barbara, History of the Balkans, Cambridge University Press, 1983.

[38] Fine, The Early Medieval Balkans, 1991.

[39] Banac, The National Question in Yugoslavia, 1984.

[40] Stavrianos, The Balkans since 1453, 2000.

[41] Anderson, Imagined Communities, 1983.

[42] Jelavich, History of the Balkans, 1983.

[43] Banac, The National Question in Yugoslavia, 1984.

[44] Modern Balkan tarih kitapları (ör. Yugoslav eğitim kitapları).

[45] Spinei, The Great Migrations, 2009.

[46] Fine, Early Medieval Balkans, 1991.

[47] Davies, Europe: A History, 1996.

[48] Stephenson, Byzantium’s Balkan Frontier, 2000.

[49] Jelavich, History of the Balkans, 1983.

[50] Stavrianos, The Balkans since 1453, 2000.

[51] Poulton, Hugh, Who Are the Macedonians?, Indiana University Press, 1995.

[52] Bulgarian State Archives – Pomak kampanyaları, 1912-1989.

[53] Greek Official Reports – “Müslüman Yunan” politikası.

[54] EU Minority Projects Reports (2000’ler).

[55] NGO/AB fon raporları – Pomak kimliği projeleri.

[56] CIA Balkan raporları (1990’lar).

[57] Malcolm, Bosnia: A Short History, 1994.

[58] Poulton, Hugh, Who Are the Macedonians?, 1995.

[59] Karpat, Kemal, Ottoman Population 1830-1914, 1985.

[60] Osmanlı Nüfus Defterleri (Millet Sistemi).

[61] Karpat, Balkanlar’da Osmanlı Mirası, 2004.

[62] Türkiye Cumhuriyeti nüfus politikaları (1923-1960).

[63] Poulton, Who Are the Macedonians?, 1995.

[64] Stavrianos, The Balkans since 1453, 2000.

[65] Stojanović, Vera, Pomak Culture Studies, 1998.

[66] Malcolm, Bosnia: A Short History, 1994.

[67] Ethnographic Studies on Balkan Muslims (çeşitli saha araştırmaları).

[68] Fine, Early Medieval Balkans, 1991.

[69] Curta, The Making of the Slavs, 2001.

[70] Anderson, Imagined Communities, 1983.

[71] Obolensky, The Byzantine Commonwealth, 1971.

[72] Golden, The Turkic Peoples, 1992.

[73] Halperin, Russia and the Golden Horde, 1985.

[74] Banac, National Question in Yugoslavia, 1984.

[75] Heather, Empires and Barbarians, 2009.

[76] Stephenson, Byzantium’s Balkan Frontier, 2000.

[77] Anderson, Imagined Communities, 1983.

[78] Spinei, Great Migrations, 2009.

[79] Davies, Europe: A History, 1996.

[80] DNA studies (Yunusbayev, Balanovsky).

[81] Fine, Early Medieval Balkans, 1991.

[82] Banac, National Question in Yugoslavia, 1984.

[83] Stavrianos, Balkans since 1453, 2000.

[84] EU/CIA/NGO raporları.

[85] Golden, Turkic Peoples, 1992.

[86] Curta, The Making of the Slavs, 2001.

[87] Jordanes, Getica, 551.

[88] Prokopios, De Bellis, 6. yy.

[89] Theophanes, Chronographia, 9. yy.

[90] Constantine Porphyrogenitus, De Administrando Imperio, 10. yy.

[91] Golden, Cuman-Kipchak World, 1992.

[92] Malcolm, Bosnia, 1994.

[93] Davies, Europe: A History, 1996.



5 Ekim 2025 Pazar

Belgeyle Konuşan Araştırmacıya DNA mı Yakışır



Belgeyle Konuşan Araştırmacıya DNA mı Yakışır


Soru:

Araştırmacılar etnik kimlikten bahsedince o kişi hakkında DNA testi mi yapacaklar yani?


Cevap:

Araştırmacı DNA laborantı değildir. Gerçek araştırma belgeyle, arşivle, seyyah ve kroniklerle yapılır.

Etnik kimlik tarihi bir konudur, biyolojik değil.

Yoksa her araştırmacının yanında mezar açacak bir genetikçi mi gezecek?

Bilim ciddiyet ister,

Dil ve Kimlik Üzerine Popülist Söylemler

 Dil ve Kimlik Üzerine Popülist Söylemler


Dil üzerinden etnik kimlik tartışmak, bilimsellikten uzak ve popülist bir yaklaşımdır. Osmanlı gibi çok dilli ve çok etnisiteli imparatorluklarda insanlar zamanla yaşadıkları coğrafyanın dilini benimsemiş; bu durum etnik kökenin değiştiği anlamına gelmemiştir.


Dil değişir, kimlik kalır. Ancak tarih yalnızca arşivle yazılır.


Joshua A. Fishman bu durumu şöyle ifade eder:


> “Language is not a reliable indicator of ethnic origin in multilingual and multiethnic societies.”

(Language and Ethnicity in Minority Sociolinguistic Perspective, 1989)




(Dil, çok dilli ve çok etnikli toplumlarda etnik köken için güvenilir bir gösterge değildir.)


Prof. Dr. Orhan Türkdoğan da aynı görüştedir:


> “Dil, kültürel etkileşim sonucu değişebilir; fakat bu değişim, etnik kökenin belgesi değildir.”

(Etnik Sosyoloji, 1997)




UNESCO’nun “Language Vitality and Endangerment” başlıklı 2003 tarihli temel politika belgesi de bu görüşü destekler.

Bu belge, dilin etnik kimliğin doğrudan göstergesi olmadığına dair uluslararası kabulün resmî dayanaklarından biridir.



---


Sonuç


Karacaova, Osmanlı’nın bilinçli iskân politikalarıyla şekillenmiş; Evlad-ı Fâtihan ve Konyar Türklerinin yanı sıra farklı Müslüman halkların bir arada yaşadığı, çok kültürlü ve çok kimlikli bir bölgedir. Bu gerçek, hem arşiv belgeleri hem de bilimsel araştırmalar ışığında açıkça görülmektedir.



---


Kaynakça 


Başbakanlık Osmanlı Arşivleri. (Hicri 1256–1320). Osmanlı Arşiv Belgeleri.

BOA. NFS.d. (1831). Nüfus Defteri Serisi. Devlet Arşivleri Başkanlığı. https://katalog.devletarsivleri.gov.tr/


Fishman, J. A. (1989). Language and Ethnicity in Minority Sociolinguistic Perspective. Multilingual Matters.


Gökbilgin, M. T. (1957). Rumeli’de Yörükler ve Tatarlar. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları.


Kayapınar, L. (Haz.). (1720). Müdevver Defteri.


Türkdoğan, O. (1997). Etnik Sosyoloji. IQ Kültür Sanat Yayıncılık.


UNESCO Ad Hoc Expert Group on Endangered Languages. (2003). Language Vitality and Endangerment. UNESCO.

https://unesdoc.unesco.org/ark:/48223/pf0000183699


Yazıcı, H. (1831). Karacaova/Karacaabad 1831 Yılı Nüfus Defteri.


Yazıcı, H. (1924). Tasfiye Talepnameleri.


Eleştiri 1: “Dil kimliğin özüdür; dili kaybeden kimliğini kaybeder.”


Bu görüş, ulus-devlet döneminde sıkça tekrarlanmış bir slogandır. Dilin “kimliğin özü” olduğu iddiası özellikle 19. yüzyıl romantik milliyetçiliğinin (örneğin Herder ve Fichte’nin) mirasıdır. Ancak bu, tarihsel olarak ulus öncesi toplumlara uygulanamaz.


Yanıt:


Sosyodilbilim ve etnoloji bu iddianın yanlış olduğunu gösteriyor.

Çok dilli toplumlarda bireyler farklı bağlamlarda farklı dilleri kullanabilir ama bu kimliklerini yitirdikleri anlamına gelmez.

Örneğin:


Osmanlı’da Türk kökenli birçok aile Rumca veya Arapça konuşuyordu.


Balkanlar’da Türk kökenli topluluklar, zamanla Yunanca veya Makedonca konuşmaya başlamalarına rağmen, Müslüman kimlikleri ve toplumsal aidiyetleriyle varlıklarını sürdürdüler.



Joshua A. Fishman bu nedenle dilin kimliğin taşıyıcısı olduğunu, ama belirleyicisi olmadığını vurgular.


> “Language is a vessel, not the essence.”

(Dil bir kaptır, öz değil.)




Belgeli ✅

📎 Fishman, J. A. (1989). Language and Ethnicity in Minority Sociolinguistic Perspective. Multilingual Matters.



---


Eleştiri 2: “Osmanlı iskân politikaları asimilasyondu.”


Bu eleştiri, Osmanlı’nın fethedilen topraklara Türk nüfus yerleştirmesini “kimlik mühendisliği” olarak yorumlar.

Oysa Osmanlı’da iskân, bugünkü anlamda ulus-devlet politikası değil, siyasi kontrol ve ekonomik üretkenliği artırma aracıdır.


Yanıt:


Osmanlı arşiv belgeleri (örneğin temettuat defterleri, 1831 nüfus sayımı) bu politikaların vergi düzeni, askerî denge ve tarımsal istikrar amacıyla yapıldığını gösterir.

Karacaova gibi bölgelerde Evlad-ı Fâtihan yerleşimleri hem sınır güvenliğini hem tarımsal sürekliliği sağlamıştır.

Bu uygulama asimilasyon değil, imparatorluk stratejisidir.


Belgeli ✅

📎 [BOA, NFS.d. 1831 Nüfus Defterleri, H.1256–1320]

📎 [Tayyip Gökbilgin, Rumeli’de Yörükler ve Tatarlar, 1957.]



---


Eleştiri 3: “UNESCO veya Batılı yaklaşımlar bizim tarihsel gerçekliğimize uymaz.”


Bu tür bir savunma, genellikle kültürel göreliliğe sığınır: “Bizim tarihimiz Batı’nınkinden farklı.”

Ancak UNESCO’nun raporu belirli bir kültüre değil, insan topluluklarının evrensel dil dinamiklerine dayanır.

Yani, bu bir “Batı görüşü” değil; uluslararası bilimsel konsensüstür.


Yanıt:


UNESCO’nun “Language Vitality and Endangerment” belgesi, Asya, Afrika ve Orta Doğu’dan onlarca dilbilimcinin katılımıyla hazırlanmıştır.

Raporun temel argümanı, dilin etnik kimliğin “tek belirleyicisi” olmadığıdır.

Bu görüş, hem bilimsel veriye hem de kültürel çeşitliliğe dayanır — ideolojiye değil.


Belgeli ✅

📎 UNESCO Ad Hoc Expert Group on Endangered Languages (2003). Language Vitality and Endangerment.



---


Eleştiri 4: “Dil değişimi, kimlik çözülmesidir.”


Bu iddia, dilsel kaybı otomatik olarak kültürel veya etnik çözülme olarak yorumlar.

Oysa dilsel kayıp, her zaman kimlik çözülmesi anlamına gelmez.

Örneğin:


Latin dilinden İtalyanca, Fransızca, İspanyolca türedi; ama kimlikler yok olmadı, dönüşüme uğradı.



Yanıt:


Kültür, yalnızca dil değil; hafıza, ritüel, soy bağı ve coğrafya gibi katmanların bileşimidir.

Bu nedenle “dil gitti, kimlik bitti” türü söylemler hem sosyolojik hem antropolojik olarak yanlıştır.


Belgeli ✅

📎 [Türkdoğan, O. (1997). Etnik Sosyoloji. IQ Kültür Sanat Yayıncılık.]



---


Eleştiri 5: “Karacaova’nın Türk kimliği şüphelidir.”


Bu, yerel tarih tartışmalarında sık duyulan iddialardandır.

Bazı araştırmacılar bölgenin Makedon, Arnavut veya yerli Slav unsurlardan oluştuğunu öne sürer.

Bu yaklaşım genellikle dil üzerinden yapılan yanlış genellemelere dayanır.


Yanıt:


Arşiv belgeleri Karacaova’ya 15.–16. yüzyıldan itibaren Anadolu’dan Türk yerleşimleri yapıldığını gösteriyor.

1831 nüfus defterinde Müslüman-Türk haneler çoğunluktadır.

Üstelik bölge, “Evlad-ı Fâtihan” kayıtlarında adı geçen askeri yerleşim bölgeleri arasındadır.


Belgeli ✅

📎 [Yazıcı, H. (1831). Karacaova/Karacaabad 1831 Yılı Nüfus Defteri.]

📎 [BOA, Tapu Tahrir Defterleri, H.1256–1262.]



---



25 Eylül 2025 Perşembe



Hamdi Bey’in  Raporundan Bölümler

Vodina’da 250 hanede 2.800 Türk yaşadığını, civardaki köylerde evlerinden zorla çıkarılan Türklerin de aç ve sefil bir şekilde buraya geldiğini belirten Hamdi Bey, Vodina’ya bağlı Karacaova livası köylerindeki Türklerin büyük bir kısmının Serez’e, Demirhisar’a, Vodina’ya iltica ettiklerini belirtmiştir. Hamdi Bey, bu ifadelerinin ardından riyasetindekilerle birlikte Vodina’dan hareketle Karacaova’ya ve Yenice’ye uğradıklarını, buradan da otomobille Selanik’e geçtiklerini yazmıştır. Selanik’ten de Mösyö Ekstrand ile birlikte 20 Kasım 1923 tarihinde Atina’ya gittiklerini belirtmiştir.


Florina, Karacaova, Kesriye, Nasliç, Grebena, Serfiçe ve Vodina beldelerinde de durumun aynı minvalde olduğunu yazan Hamdi Bey 

Selanik merkezde ve Katerin (Selanik Mutasarrıflığı)’de 20.000, Lanagza’da 35.000, Karaferye’de 5.000, Kılgış’ta 10.000, Kesendire Yarımadası’nda ve Kelemeriye’de 30.000, Yenice-i Vardar’da ve Gümülcine’de 10.000, Vodine’de ve Karacaova’da 35.000 olmak üzere toplamda 145.000 Türk muhacirin sevke tabi tutulduğu bilgisini vermiştir. İfadelerinin devamında ise bunların 9.264 kişinin sevk edildiğini, 26.000 kişinin Selanik’te bulunduğunu, 109.736 kişinin ise köylerinde duracak güçte olmadıklarını kaydetmiştir.


Hamdi Bey’e göre; Vodina ve Karacaova’daki 25.000 Türk nüfusunun, 9.140’ı yardıma muhtaçtır.


Hamdi Bey’in Kısa Özgeçmişi


Hamdi Bey, 1923 yılında mübadele süreciyle ilgili olarak görev yapan bir Türk temsilci / komisyon üyesi idi. “İskân-ı Aşâir ve Muhacirîn Umûm Müdürlüğü” adına Yunanistan’da görevlendirildi.  Türk nüfusunun durumu hakkında raporlar hazırladı. Bu raporlarında göçmenlerin yaşadığı zorunlu yer değiştirmeleri, Yunanlıların yaptığı gasp ve zulümleri, nüfus hareketlerini ve yardım ihtiyaçlarını belgeledi.

Alıntıdır,Baki Sarısakal 


Hüsnü Yazıcı 

Bağımsız Araştırmacı Yazar


23 Eylül 2025 Salı

Yurt dışı gezilerim



Yurt dışı gezilerimde Yunanistan ve adaları, Almanya, Hollanda, Romanya, Bulgaristan, Kıbrıs, Sırbistan, Bosna Hersek, Karadağ, Arnavutluk ve Makedonya’yı görme fırsatım oldu.

👉 Farklı kültürleri tanımak, tarihî dokuları yerinde görmek ve insanlarıyla sohbet etmek bana büyük bir zenginlik kattı.
1990 yılından bu yana çıktığım yolculuklarda toplam 11 ülke görmüş oldum.

18 Eylül 2025 Perşembe


 Bahçeköy İskân Defteri – 19 Aralık 1924


Fuştan’dan gelen mübadil Hüsnü Mehmet Yazıcı, eşi Hüsniye ve kızı Necibe ile birlikte Bahçeköy’e yerleştirildi.

Mesleği çiftçilik (rençber) olarak kaydedildi.


Devlet tarafından kendilerine:


2 tarla,


1 bahçe,


1 ev,



ayrıca geçimlerini sağlamak için:


200 kuruş nakit,


10 kıyye (yaklaşık 12,8 kilo) arpacık tohumu,


1 öküz,


1 pulluk





Bahçeköy İskân Defteri – 19 Kanun-ı Evvel 1340 / 19 Aralık 1924


Esâmî-i muhâcirîn: Ḥüsnü Meḥmet Yāzıcı


Zevcesi: Ḥüsniye


Kerîmesi: Necîbe


San‘atı: Rençber


Menşe-i memleketi: Fuştan


Târîh-i iskânı: 19 Kanun-ı Evvel sene 1340 (Milâdî 1924)



Emvâl-i gayrimenkûle:


Ṭarla: 2


Bāğçe: 1


Meskene: 1



Emvâl-i menkûle ve mu‘âvenet-i umumiyye:


İ‘âşe sermâyesi: 200 kuruş


Tohumluk: Arpācık 10 kıyye


1 Öküz


1 Pulluq

















14 Eylül 2025 Pazar

BALKAN TURU NOTLARIM

 


 







Balkan Turu Notlarım


Sırbistan, Bosna-Hersek, Karadağ, Arnavutluk ve Makedonya’yı kapsayan bir gezi yaptık. Tur arkadaşlarımız uyumlu, yolculuğumuz keyifliydi. Güzel başladık, güzel bitirdik.


Gördüklerim bana şunu düşündürdü: Ülkemizin turizmde çok daha yüksek bir seviyede olduğunu fark ediyorsunuz. Aradaki fark belirgin. Balkan ülkelerinde yeşil bol, su kaynakları güçlü. Köyleri düzenli, temiz. Şehir içleri de aynı şekilde tertipli ve temiz. Esnaf ise pek ilgili değil. Euro geçerli ama kart çoğu yerde işlemiyor. En çok marketlerde kullanılıyor. Müşteri ilişkileri açısından en iyi yerler de yine marketlerdi. Restoran ve lokantalar ise oldukça zayıf kaldı.


Balkanların sokaklarında yürürken tarihle iç içe yaşadığınızı hissediyorsunuz. Osmanlı’dan kalan izler hâlâ capcanlı. Camiler, köprüler, hanlar… İnsan ister istemez geçmişiyle bağ kuruyor. Doğası kadar tarihi de dikkat çekici. Her köşede hem tanıdık bir iz hem de farklı bir nefes var.


Sonuçta bu gezi bana şunu hatırlattı: Gezmek sadece görmek değil, kıyaslamaktır da. Ülkemizin değerini, gücünü ve turizmdeki seviyesini daha iyi anlıyorsunuz.



Yurt dışı gezilerimde;

Yunanistan ve adaları, Almanya, Hollanda, Romanya, Bulgaristan, Kıbrıs, Sırbistan, Bosna Hersek, Karadağ, Arnavutluk ve Makedonya’yı görme fırsatım oldu.


👉 Farklı kültürleri tanımak, tarihî dokuları yerinde görmek ve insanlarıyla sohbet etmek bana büyük bir zenginlik kattı.

3 Eylül 2025 Çarşamba

Osmanlı Bürokrasi Ağırlığı

 Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetici elitini şekillendiren coğrafya, ağırlıklı olarak Rumeli oldu. Edirne, Selanik, Sofya, Manastır, Yanya, Bosna ve Arnavutluk gibi Balkan şehirleri, adeta bir “devlet adamı fabrikası” gibi çalıştı. Bu bölgelerden yetişenler, sarayda ve yönetimde eğitilerek sadrazam, vezir ve yüksek bürokrat olarak görev aldı. Bu şehirler, imparatorluğun merkezî bürokrasisinin belkemiğini oluşturdu ve sadrazamların, paşaların ve vezirlerin büyük çoğunluğu bu coğrafyadan çıktı.

Anadolu ve Karadeniz şehirlerinin etkisi ise sınırlı kaldı. Trabzon, Kanuni Sultan Süleyman’ın doğum yeri ve Yavuz Sultan Selim’in sancakbeyliği yapmasıyla simgesel bir öneme sahip olsa da, Gürcü Mehmed Paşa gibi istisnalar dışında merkezî bürokraside belirgin bir rol oynamadı. Samsun, Ordu, Giresun, Rize ve Sinop gibi Karadeniz şehirleri, ticari ve lojistik açıdan önemli olmalarına rağmen, idari elit üretiminde neredeyse hiç varlık gösteremedi. İç Anadolu’daki Konya, Kayseri ve Sivas gibi merkezler, medrese eğitimi ve ulema yetiştirme konusunda öne çıksa da, sadrazam veya yüksek bürokrat çıkarma bakımından Rumeli ile yarışamadı. Erzurum, Van ve Diyarbakır gibi doğu şehirleri ise daha çok bölgesel beylerbeyleri ve askerî komutanlarla sınırlı kaldı.

Sonuç olarak, Osmanlı’nın idari ve siyasi elitini asıl şekillendiren Rumeli’nin köklü idari gelenekleriydi. Anadolu ve Karadeniz, imparatorluğun merkezî bürokrasisinde belirgin bir ağırlık kazanamadı.

31 Ağustos 2025 Pazar

Balkan Halkları Mozaik



Ben bu bilgileri Mathieson et al. (2018, Nature), Olalde et al. (2023, PubMed) ve Hellenthal et al. (2014, Science) gibi güvenilir kaynaklardan derledim. “Tek kök mitini çürüttü” dememin sebebi, DNA analizlerinin farklı genetik izleri ortaya koymasıdır. Osmanlı-Anadolu katkısı da Hellenthal’ın çalışmasında istatistiksel olarak gösterilmiş ve tarihsel göçlerle örtüşmektedir.

Bu çalışmalar geniş bir coğrafyayı kapsıyor olsa da, yerel farklılıkların daha iyi anlaşılması için yeni araştırmalara ihtiyaç vardır. Sizlerin farklı görüş ve katkıları da beni bilgilendirir. Kaynakları merak edenler, açık erişimden inceleyebilir.


 

30 Ağustos 2025 Cumartesi

30 Ağustos Zaferi

 30 Ağustos Zaferi


23 Ağustos 1921’de Ankara Polatlı ve Haymana hattında Sakarya Meydan Muharebesi başladı. 13 Eylül 1921’de zaferle bitti. Türk ordusu yeniden güç kazandı.


26 Ağustos 1922 sabahı Afyon Kocatepe’den Büyük Taarruz başladı. 27 Ağustos’ta Afyon, 28 Ağustos’ta Kütahya Aslıhanlar düşmandan temizlendi.


30 Ağustos 1922’de Afyonkarahisar’ın Dumlupınar ilçesinde Başkomutanlık Meydan Muharebesi kazanıldı. Düşman ordusu imha edildi, komutanları esir düştü.


9 Eylül’de İzmir, 18 Eylül’de tüm Batı Anadolu kurtarıldı.


Bu büyük zaferin ardından, 30 Ağustos günü 1926 yılında Zafer Bayramı olarak kabul edildi. O günden bugüne milletin bağımsızlığının simgesi oldu.

Bağımsız Araştırmacı-Yazar Hüsnü Yazıcı




Sakarya Meydan Muharebesi’nin Alanı ve Günübirlik Turlar

Sakarya Meydan Muharebesi’nin geçtiği alan bugün Polatlı–Haymana hattında, anıtları ve şehitlikleriyle tarihimizin en önemli cephelerinden biridir. Ankara’ya ve çevre illere çok yakın olduğu için sabah gidip akşam dönülebilecek bir mesafededir.


Bu anlamlı yerin özellikle okul çocukları, gençler ve halk için günübirlik turlarla yaşatılması gerekir. Sivil toplum örgütleri, belediyeler ve Milli Eğitim iş birliğiyle kolayca programlar düzenlenebilir. Böylece milli mücadelenin ruhu gelecek nesillere aktarılır, tarih bilincimiz canlı tutulur.


Oysa imkân var, ulaşım kolay ama irade ve sahiplenme eksik.

25 Ağustos 2025 Pazartesi

Karacaova Taburu’nun Durumu

 1. Menzil Teşkilatı ve İstanbul Çevresi


Belgede Haydarpaşa, Sirkeci, Ayastefanos, Küçükçekmece ve Hadımköy gibi merkezlerdeki ambar ve taburlara yapılan tayinler dikkat çekmektedir. Bu durum, savaş sonrası dönemde İstanbul çevresindeki lojistik üslerin ordunun ana yaşam damarları haline geldiğini göstermektedir(1).


2. Subay İhtiyacı ve Tayinler


Çatalca Ordusu Kumandan Vekili Ferik Abuk Ahmed Paşa’nın subay eksikliği bildirmesi(2), Osmanlı ordusunun Balkan yenilgileri sonrasında yaşadığı insan kaynağı sıkıntısına işaret etmektedir. Belgede görülen tayinlerde subayların çoğu lojistik, iaşe ve geri hizmetlerde görevlendirilmiştir.


3. Karacaova Taburu’nun Durumu



Belgenin en dikkat çekici kaydı, Redif Vodine Alayı Üçüncü Karacaova Taburu Kolağası Ömer Lütfü Efendi’ye aittir. Kendisi seferberlik süresince Kurukavak Menzil Ambarı’nda görev yapmış, savaşın bitiminde ise Üçüncü Kolordu’da yeni bir kıtaya tayin edilmiştir(3). Bu, Karacaova köylerinden toplanan rediflerin yalnızca cephe hattında değil, iaşe ve nakliye hizmetlerinde de kullanıldığını göstermektedir.


4. Sınır ve Asayiş Meseleleri


Midye, Demirköy ve Samakov bölgelerine dair kayıtlar, Osmanlı’nın Balkan Savaşları sonrasında elde tuttuğu sınırlarda dahi asayiş sorunlarının sürdüğünü göstermektedir(4).


Bu belge, Balkan Savaşları sonrasında Osmanlı ordusunun yeniden yapılanma çabalarının bir aynasıdır. İstanbul ve Trakya hattındaki lojistik merkezlerin önemini ortaya koyarken, Karacaova kökenli taburların ordunun farklı alanlarında nasıl kullanıldığını da göstermektedir.


Dipnotlar


1. BOA, 391-183-3; Fon Kodu: 110-9-1-7, Belge Tarihi: 22.10.1913.



2. Aynı belge, Çatalca Ordusu Kumandan Vekili Ferik Abuk Ahmed Paşa’nın raporu.



3. Aynı belge, Redif Vodine Alayı Üçüncü Karacaova Taburu Kolağası Ömer Lütfü Efendi’nin görevlendirilmesi.



4. Aynı belge, Midye, Demirköy ve Samakov’a dair kayıtlar.


Kaynakça


Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Fon: 110-9-1-7, Yer Bilgisi: 391-183-3, Tarih: 22.10.1913

24 Ağustos 2025 Pazar

Balkanlar’da Türk İzleri: Zamana Karışan, Ama Silinmeyen Bir Miras

 Balkanlar’da Türk İzleri: Zamana Karışan, Ama Silinmeyen Bir Miras

Balkanlar denince aklıma hep aynı şey gelir: Bu topraklar, Türklerin yüzyıllar boyunca yoğurduğu, iz bıraktığı bir coğrafya. Hunlar’dan Osmanlı’ya, Avarlar’dan Peçenekler’e, Kumanlar’dan Bulgar Türkleri’ne kadar Türk boyları, bu bölgenin tarihini, kültürünü, hatta insanını şekillendirdi. Ama tarih kitaplarına bakarsan, sanki bu boylar bir anda “yok olmuş”, “Slavlaşmış” ya da “dillerini unutmuş” gibi anlatılır. Oysa gerçek öyle değil. Türkler kaybolmadı; zamana karıştı, halkların içine sindi. Köy isimlerinde, soyadlarda, camilerde, hatta insanların yüzünde hâlâ onların izleri duruyor. Gelin, bu hikayeyi bir de benim gözümden okuyun.

Türk Boylarının Balkan Yolculuğu

Balkanlar’daki Türk varlığı, ta 4. yüzyılda Hunlar’la başlar. Hunlar, Avrupa’ya dalga dalga gelirken Balkanlar’ı da sarsmış, 375’te başlayan göçlerle bölgenin kaderini değiştirmiştir (Ostrogorsky, 1998). Ardından 6. yüzyılda Avarlar geldi. Onlar, 626’da İstanbul’u kuşatacak kadar güçlü bir Türk devleti kurdular (Golden, 1992). 9. ve 11. yüzyıllarda ise Peçenekler ve Kumanlar sahneye çıktı. Bizans, bu boylarla bazen savaştı, bazen anlaştı. Mesela, 11. yüzyılda Bizans imparatoru Aleksios Komnenos, Peçenek ailelerini Trakya’ya yerleştirdi; on binlerce insan köy köy dağıtıldı (Anna Komnene, Alexiad, 2001). Resmî kayıtlar “sonra Rum oldular” dese de, bu ailelerin izi silinmedi.

Bir de Bulgar Türkleri var ki, onların hikayesi apayrı. 7. yüzyılda Asparuh liderliğinde Tuna Bulgar Devleti’ni kurdular (680’ler). Volga’dan gelen bu Türk boyu, runik yazılar, göçebe gelenekler ve devlet teşkilatıyla Balkanlar’a damga vurdu (Runciman, 1930). Evet, zamanla Slav kültürü ve Hıristiyanlıkla bütünleştiler, ama kökenleri Türk’tü. Bugün Bulgaristan’da bu gerçeği küçümseyen tarihçiler olsa da, erken Bulgar kültüründe Türk izleri açıkça görülüyor.

Osmanlı Türkleri ise Balkanlar’ı 14. yüzyıldan itibaren adeta yeniden inşa etti. 1360’larda başlayan fetihlerle köprüler, camiler, medreseler, hanlar kurdular. Mostar Köprüsü (1566), Gazi Hüsrev Bey Camii (1531, Saraybosna) ya da Üsküp’teki Vardar Köprüsü, bu mirasın taş taş üstüne koyulmuş hali. Türkçe köy isimleri, mesela Bulgaristan’daki “Osmanpazarı” ya da “Krumovo”, hâlâ o günleri fısıldıyor.

“Kayboldu” Denen Türkler Nerede?

Balkan tarihçileri, özellikle 19. yüzyılda ulus-devletler kurulurken, Türk etkisini gölgelemek için epey çaba sarf etti. “Slavlaştılar, dillerini unuttular” dediler. Ama bu, gerçeğin sadece bir yüzü. Türk boyları asimilasyona uğradı, evet, ama kaybolmadı. Genetik çalışmalar, Balkan halklarında Orta Asya kökenli genetik izler olduğunu gösteriyor. Örneğin, Bulgarlar ve Makedonlar arasında yapılan Y-DNA haplogrup analizleri, Türk kökenli boyların katkısını ortaya koyuyor (Karachanak et al., 2013).

Kültürel izler de hâlâ capcanlı. Balkanlar’daki börek, kebap, yoğurt gibi yemekler, halk müziklerindeki saz nağmeleri, hatta bazı düğün adetleri, Türk kültürünün izlerini taşıyor. Yer isimleri desen, zaten bir tarih kitabı gibi: Bulgaristan’daki “-ova” ekli kasabalar, Makedonya’daki Türkçe kökenli köy isimleri... Soyadlarda da durum farklı değil. “-ov”, “-ev” ekleri, Türk boylarının Balkanlar’daki genetik ve kültürel mirasını sessizce anlatıyor.

Zamana Karışan Bir Miras

Balkanlar’daki Türk boyları, Hıristiyanlaşma, yerel dillerle bütünleşme ve asimilasyon süreçlerinden geçti. Ama bu, onların yok olduğu anlamına gelmez. Onlar, Balkanlar’ın etnik ve kültürel mozaiğine derinden işledi. Bugün Bulgaristan’daki Türk azınlık, Bosna’daki Boşnaklar, Kosova ve Makedonya’daki Müslüman topluluklar, bu mirasın yaşayan temsilcileri. Köylerdeki Osmanlı camileri, köprüler, hatta insanların yüzlerindeki tanıdık hatlar, Hun’un, Avar’ın, Peçenek’in, Kuman’ın ve Osmanlı’nın izlerini taşıyor.

Kısacası, Balkanlar Türklerin kaybolduğu değil, zamana karıştığı bir coğrafya. Tarih kitapları ne derse desin, bu topraklarda Türk izleri hâlâ canlı. Bir köyün adında, bir türkünün ezgisinde, bir caminin minaresinde ya da bir insanın gülüşünde... Hepsi, bu mirasın parçası.

Kaynaklar:

Anna Komnene. (2001). Alexiad (Çev. Bilge Umar). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Golden, P. B. (1992). An Introduction to the History of the Turkic Peoples. Wiesbaden: Harrassowitz Verlag.

Karachanak, S. et al. (2013). “Y-Chromosome Diversity in Modern Bulgarians: New Clues about Their Ancestry.” PLoS ONE, 8(3).

Ostrogorsky, G. (1998). Bizans Devleti Tarihi (Çev. Fikret Işıltan). Ankara: Türk Tarih Kurumu.

Runciman, S. (1930). A History of the First Bulgarian Empire. London: G. Bell & Sons.

Bağımsız Araştırmacı-Yazar Hüsnü Yazıcı 

17 Ağustos 2025 Pazar

BLOGLARIMIN LİNKLERİ

 Google Blog 

https://evladifathan.blogspot.com/2025/08/ticaret-ve-emek-uzerine.html


Google blog 

https://saryer.blogspot.com/


Facebook Blog

https://www.facebook.com/share/1GBPEXVday/

16 Ağustos 2025 Cumartesi

 Marketin Vergi ve Masraf Kalemleri – Ödeme Takvimi


1. Vergiler


KDV (Katma Değer Vergisi) → Her ay, ertesi ayın 24’üne kadar beyan, 26’sına kadar ödeme


Muhtasar Vergi (Ücret Stopajı, Kira Stopajı, Serbest Meslek Stopajı) → Çalışan veya kira varsa, aylık ya da 3 ayda bir, ertesi ayın 26’sına kadar


Damga Vergisi → Muhtasar ile birlikte, 26’sına kadar


Geçici Vergi (Kurumlar Vergisi Avansı) → 3 ayda bir,


Ocak–Mart → 17 Nisan


Nisan–Haziran → 17 Temmuz


Temmuz–Eylül → 17 Ekim


Ekim–Aralık → 17 Şubat



Kurumlar Vergisi (Yıllık) → Önceki yıl için 30 Nisan’a kadar


Çevre Temizlik Vergisi (Belediye) → Yılda 2 taksit (Mayıs ve Kasım, genellikle su faturası içinde)


Emlak Vergisi (mülk kendi ise) → Yılda 2 taksit (Mayıs ve Kasım)




---


2. Personel ve SGK


Maaşlar → Her ay sonunda ödenir


SGK Primleri (İşçi + İşveren payı) → Her ay, ertesi ayın son günü


İşsizlik Sigortası Primi → SGK ile birlikte




---


3. Muhasebe ve Mali Hizmetler


Muhasebeci Ücreti (Serbest Muhasebeci Mali Müşavir) → Her ay (genelde ayın ilk 10 günü)


e-Fatura / e-Arşiv / Yazarkasa Lisans Ücretleri → Aylık veya yıllık, hizmet sağlayıcıya göre




---


4. Sabit Giderler


Kira → Her ay, genellikle ay başı


Kira Stopajı (kiralıksa) → Her ay ya da 3 ayda bir, muhtasar ile ödenir


Elektrik → Her ay, faturada belirtilen tarihe kadar


Su → Her ay


Doğalgaz → Kış aylarında her ay


Telefon & İnternet → Her ay


POS Komisyonları → Banka günlük kesinti yapar, ay sonunda netleşir




---


5. Sarf ve İşletme Giderleri


Poşet / Ambalaj Malzemeleri → Sürekli ihtiyaç, aylık tedarik


Temizlik Malzemeleri → Aylık


Kırtasiye ve ofis malzemeleri → Gerektikçe




---


6. Stok ve İşletme Zararı


Ürün Alımları (gıda, temizlik, kozmetik vb.) → Günlük / haftalık tedarikçilerden


Nakliye / Taşıma → Tedarikçiye göre değişken


Fire / Bozulma / Tarihi geçen ürünler → Sürekli masraf (aylık hesaplanır)




---


7. Sigorta ve Ruhsat


İşyeri Sigortası (Yangın, Hırsızlık, DASK) → Yılda bir (taksitli olabilir)


Belediye Ruhsat Harcı → Yılda bir


Ticaret Odası Aidatı → Yılda iki taksit (Mayıs ve Kasım)




---


8. Diğer Olası Masraflar


Çöp / Atık Yönetimi Ücretleri → Çoğu zaman su faturası ile birlikte


Apartman / Site Aidatı → Dükkân konumuna göre, aylık olabilir


Bakım-Onarım Giderleri → Buzdolabı, klima, yazarkasa, pos cihazı gibi cihazların arıza ve bakımları, düzensiz ama kaçınılmaz masraflar




---


Özet Takvim


Her Ay: KDV, SGK, maaşlar, muhtasar (stopaj + damga), muhasebe ücreti, kira, elektrik, su, internet, poşet, temizlik


3 Ayda Bir: Geçici vergi


Yılda İki: Emlak vergisi, çevre temizlik vergisi, ticaret odası aidatı


Yılda Bir: Kurumlar vergisi, işyeri sigortası, ruhsat harcı


Sürekli: Mal alımı, fire, nakliye, POS komisyonu, bakım-onarım




 Bu liste, Türkiye’de bir marketin bilinen tüm masraf ve vergi yükümlülüklerini ödeme dönemleriyle birlikte eksiksiz olarak içermektedir.


Bağımsız Araştırmacı-Yazar Hüsnü Yazıcı